Soy in the Media

Kapalı Çarşı’da Bakır Çağı : Soy Türkiye

 

Hava ne kapalı ne açık. Ara ara da kararsız, ama çoğu zaman ışığını eksik etmiyor. Kalabalık, caddelerden ara sokaklara sel gibi akıyor. Bir ara Kapalı Çarşı’nın iyi ki bu kadar çok kapısı var diye düşünüyorum. Ya tek kapısı olsaydı? Oylum Beyazıt Kapısı’ndan geçelim diyor bu defa. Oradan daha yakınmış…

Ben hep Vatikan’a benzetirim buraları, bağımsız bir yer gibi, şehir içinde şehir. Vatikan nasıl Katolikler için dinin merkezi ise, Kapalı Çarşı da kapıları, duvarları, kubbeleri ile ticaretin merkezi. Dünyanın kimine göre en eski çarşısı, çoğuna göre en büyük çarşısı, bana göre en leziz çarşısı.

İçinden caddeler geçen, ufak sokaklara bağlanan, kapıları kocaman, kapıları ağır, havası doğunun tüm aromasını içine katmış, hanların içine yayıldığı bir büyü gibi. Nereden başlasan hep bir yer eksik kalmış hissi ile çıkarsın buradan. Ya da çıksanda bir yanın hep içerde kalır, dönüşte alırsın.

Beyazıt Kapısı’ndan içeri giriyoruz. Buradan daha yakınmış Mahmutpaşa Kapısı. O kapıyı hiç bilmiyorum ben diyorum, soruyoruz birine. Bir bilen hep olur bu çarşıda. Oluyor da. Buradan dümdüz devam edin diyor, ilk sol sonra sağ.

Beyazıt Kapısı’nın iki yanında eskiden sakız satarlarmış. Alışverişe gelen kadınlar çocuklarına sakız alırmış buradan. İçeride çok konuşmasınlar, bağrış çağrış yapmasınlar da rahat alışveriş yapalım diye (1960’lar…) Şimdi kapının önünde imitasyon çanta satanlar var. Dolayısıyla bizim de bir hikayemiz yok, 2010’lar kapının iki yanında imitasyon çanta satarlarmış diye başlayan…

İçeride yürüyoruz, Oylum telefonla konuştuğunda buradan tarif almıştık. Mahmutpaşa Kapısı’nın oradan devam edeğiz. 2. Mahmut zamanında yapılan kapının altından çok hikaye geçmiş, hatta “vermeyince Mabud neylesin Mahmut” lafının söylendiği yer de burası. Biz de oradan geçiyoruz. Oylum telefonda Emir ile konuşuyor. Adres tarifini Oylum alıyor, ben tarife göre yönü doğruluyorum. Evet o ara burası diyorum, içeri giriyoruz. Ara dediğime bakmayın, o ara genişleyip sokağa dönüşüyor birden, siz hiç anlamadan da içinde hanların olduğu bir başka sokağa bağlanıyor…

Önünden geçtiğimiz kapıların içinden koridorlar uzanıyor, sonu gözükmüyor. Buraya sonra gelelim, buraya da sonra gelelim, burası da neymiş? Sonra gelelim.

Hedef koordinat açık, onun öncesi görülen her şey sonra gelelim sık kullanılan klasörüne atılıyor.

Büyük Yeni Han’ın önündeyiz. Kapı bile denmez sadece büyük kemerli bir açıklık burası. İsminin de hiç albenisi yok. Yani burada olmasa kafanızı içeri sokup bakmazsınız n’oluyor diye içeri. Ama bakıyoruz, hatta bakmakla kalmıyor içeri giriyoruz. O kadar alınan tarif burada son buluyor. Telefonun ucunda Emir ben birazdan geliyorum, siz hanı gezin diyor. İçeri girer girmez Soy ‘un dükkanını görüyoruz. İçeriden güler yüzlü bir amca çıkıyor, Emir bey gelecek isterseniz geçin içeri diyor. Biz gülümseyip hanı gezicez diyoruz. Israr etmiyor.

Han, sizi sokaktan alıp bir 100 sene öncesinin ortasına koyuyor öylece. Çıt bile çıkarmıyoruz, pür dikkat etraftayız. Nasıl bir yer burası, nasıl bir mekan anlamaya çalışıyoruz. Kapalı kapılar, hafif açık kapılar, yarı açık kapılar, uzakdıkça uzuyor koridor. Katlar , tuğlalar, tuğlaların üzerine bağdaş kurmuş kemerler. İnsandan çok tarih nefes alıyor burada. Etraf fuzuli seslerden arınmış. Kapalı Çarşı’nın kalabalığını dahi hatırlamıyoruz şimdi. Ve hanın ortasındaki avlunun anlatılmaz manzarası. Emir “siz hanı gezin” derken aklımıza gelecek son yer burasıydı.

Koridorlarında dolaşıyoruz, han iki büyük avludan oluşuyor. Diğer avluya geçtiğimizde akıp devam eden koridoru takip ediyoruz. Bazen fotoğraf çekince dünyanın en güzel açısını yakaladım sanırım. Buradaki her açı öyle. Hatta sanıp sanıp mutlu oluyorum. Dünya ve açılar, biraz kadraj, çokça manzara.

Han bakımsız olsada yükünü sırtlamış, pek şikayeti yok gibi ama yakında olur. Kesin tutulur bir yerleri ya da bir proje geçirirler kafasından aşağıya ne olduğunu anlamaz.

Emir geliyor biz tekrar başladığımız noktaya döndüğümüzde. Hemen çaylar söyleniyor. Ufak bir oda içinde masanın hemen önündeki koltuklara oturuyoruz, Emir masanın arkasına geçiyor hoşgeldiniz diyor. Hoşbulduk diyoruz, biz seni youtube’tan tanıyoruz…

Öncesi;

Oylum heyecanla sesleniyor, Onur bak mükemmel bir şey. Bakıyorum ben de, ne kadar mükemmel olabilir diye. Claire bir youtube videosu paylaşmış, güler yüzlü bir adam Kapalı Çarşı’yı anlatıyor peşindeki kameraya. İngilizce konuşuyor yer yer, esnafla Türkçe konuşuyor, bazen Arapça duyuluyor ses. Yeri gelince de Fransızca konuşuyor. Emir 8 dil biliyormuş video da öyle diyor. Claire İngiltere’den başka bir aradaşının çektiği videoyu göndermiş bize, Kapalı Çarşı ne güzelmiş , bir de o bakırlar diyor. Biz Emir’i oradan tanıyoruz, o videodan. Sonra biraz utanıyoruz tabi, biz bilmiyoruz onlar yurtdışından video çekmeye geliyor.

Çayından bir yudum alıyor Emir evet diyor video çekmek için geldiler, işlerini de çok seviyorlar. Biraz gezdirdim onları. Asıl videoda görünen dükkan karşıda, Moda’daki dükkan. Burası ise imalat kısmı. Her şeyin parladığı yer burası. Bakır parlıyor, gümüş parlıyor, çalışan insanlar parlıyor, hanın duvarlarına güneş vuruyor, han parlıyor. Hikaye başlıyor…

Emir eğitimini tamamlayıp yurtdışından dönünce asıl amacı olan Dışişleri Bakanlığı sınavlarına hazırlanmaya başlamış. Diplomat bir ailenin oğlu olarak geleneği devam ettirmesi bekleniyormuş haliyle. Ama arada geleneğin işleyişini bozan bir şeyler olmuş, iyi ki de olmuş!

Hem yemeğe hem de yemek yapmaya düşkün olan Emir bir yandan sınavlara hazırlanıyor, boş kalan kısımları da yemek yaparak dolduruyormuş. Bir gün daha iyi pişirmek için bakır bir tencere almak istemiş, “Nedendir bilmem, ihtiyacım olan bakır tencereyi google’da İngilizce aradım” diyor. Sonrasında ortaya çıkan sonuçlar Emir ‘i bir hayli şaşırtmış. Kaliteli bakır tencere piyasası önce Fransız sonrasında İtalyan ve Belçika markaların tekelindeymiş. Hani Türkiye, Suriye? Bakır işleyen, aslında bu topraklar ile anılan bakır ustaları neredeler demiş. O ustalar, ya çok yerel kalmışlar ya da kendilerini soyutlamışlar ki piyasa isimlerini unutmuş. Emir burada bir karar vermiş. Daha kaliteli ve daha iyi fiyata bakır tencereyi ben üreteceğim demiş. Ve herşeyi bırakıp yola çıkmış…

Bu işe başlayacağına karar verip ailesine bu fikrini söylediğinde hiç destek görmemiş. Diplomat bir ailenin oğlu nasıl ticaretle uğraşacak, hele hele bakır tencere yapacak da satacak. Yazarken bile mantıklı gelmeyen bu cümleyi Emir anlatmayı başarmış sonunda ailesine. Atlamış motorsikletine Güneydoğu’ya gitmiş önce, Gaziantep ‘te bakır ustaları aramış, eğitim alabileceği. Ama malesef oraları çoktan bu işleri bırakmış diyor Emir. Artık sadece hediyelik, onun tabiri ile göstermelik bakır dövülüyor oralarda. Burada durmanın faydası yok deyip devam etmiş yola. Taki Suriye’ye,  Halep ‘e gelen kadar. Burada bakır ustaları eski çelik makaslarla levhaları kesiyor, demir çekiçlerle dövüyormış bakırı. 7 ay çalışmış orada, işi öğrenmiş. Sonrasında dönüp öğrendiğin işin üzerine kendi düşüncelerini giydirmiş. İşte Soy markası böyle başlamış. Üretiminden, ürün testlerine kadar herşeyin arkasında Emir’in hayali var. Hala da öyle. Levha halinde gelen bakır, disk kesimin ardından şekil veriliyor, sonrasında çekiçle dövülerek son halini alıyor.

“Bakır neden çekiçle dövülüyor?” diye soruyor Emir bize, Oylum ve biz birimize bakıp tahminde bulunuyoruz, “parlaması için, ısının daha iyi dağılması için?” İkisi de değilmiş, zaten olmasını beklemek çok kolaycı olurdu. Bakır dövülerek sertleştiriliyormuş. Çok iyi iletken olan bakır ve gümüş sadece dövülerek sertleşiyormuş. Yoksa diyor çok çabuk bükülür, formunu kaybederdi. Hemen tezgahın üzerindeki bakır levhayı alıyor bana uzatıyor bük diye, neredeyse hafif bir dokunuşla büküyor levha, ama dövülmüş olan levha gelince işler birden değişiyor. Bük bükebilirsen. Bir ara aklımdan iphone 6’in dövülmüş bakır kasadan yapılma olasılığı geliyor, gidiyor sonra.

Peki bu bakır tencere merakı sadece yemek yapmak için birden mi geldi aklına diyorum, hiç mi öncesi yok. Varmış. Bakırın rengi çocukken de dikkatine çekermiş, hatta en sevdiğim renkti diyor. Bence bakır rengine kapılmış bir hayalden çıkmış Soy markası. Adını da çok hızlı duyurmaya başlamış dünya piyasasında. Ürüne getirdiği yenilikler bir yana, kendi tasarımı sapları ve kullandıkları teknikler dış piyasada merak konusu..  Markanın tava, tencere ve cezve gibi çok zengin ürün gamı var. Şuradan ulaşabilir, inceleyebilirsiniz . Biz aldığımız cezveden çok memnunuz, özellikle Türk kahvesi konusunda titizseniz başka bir cezveye ihtiyacınız olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Soy ürünlerinin bir diğer özelliği de ömür boyu garantileri.

Emir’in biraz acelesi var, karşıya Moda’ya geçmesi gerekiyormuş. Sonra görüşmek üzere diyoruz. Dükkandan, video ile bizi tanıştıran Claire ve arkadaşlarımız için 3 cezve daha alıp ayrılıyoruz.  Biz de geldiğimiz sokaklara karışıyoruz, hiç yürümediğimiz başka sokaklardan.

Soy Turkey and Copper Craftsmanship

After wandering the world, he anchored in a copper workshop in a historical covered bazaar in Grand Bazaar in İstanbul. He talked to us about his success in coppersmithing sector which he reached in a short time and the growing production level of his business.

“Looking for a long-handled copper pan to make sauce changed his life entirely”

Soy Türkiye is a coppersmithing company which located in İstanbul. The company exports nearly all of its copperware  products including coffee pots. At present, the export goes to 49 countries all over the world. But Emir Ali Enç aims to expand it to 190 countries in near future. 

1. Who is Emir Ali ENÇ? Can you inform us about your company “Soy Türkiye”?

I have lived in different countries as a son of a diplomat family. After completing my college education in Canada, I decided to return to Turkey. Once, I needed a long-handled copper pan to make sauce but I noticed that it was not being produced in Turkey. Out of curiosity, I did a little research about it and then I saw that these kinds of products was made in France, Italy and Belgium. At the moment, I decided to learn the coppersmithing. To realize it, I went to Southeast and then to Syria. By working with coppersmiths in workshops, I learned this business in 10 months. Then I came back to İstanbul and founded my own business in this field 6 years ago.

2. Once, Turkey was one of the most outstanding countries in the field of coppersmithing. But at present, we see that the products made of steel or another metals are much more in use than the copperware. What is the reason?

Actually, the big reason of it is the lawless(wild) capitalism. Although the copper was a better conductive metal than the steel, its place was taken by aluminum, steel and another metalware in progress of time. Because the producers always invest in the most profit-bringers. 

3. You export the most part of your products (about 97%) abroad. And the difference in your designs are directly remarkable. Is it always so important for you to launch aesthetical products?

We export our long-handled pots to American and European countries; coffee pots go to Russia, East European countries, Ukraine and the states of former Yugoslavia. To be honest, it was never my basic aim to produce something aesthetical. Because I am purely a functionalist. Aesthetics is a relative concept. But if we succeeded in it, of course it would be a great pleasure for us.    

4. You have a good place in coppersmithing. Could you tell us about your way of success?

The main reason is our quality. We sell more than 90 kinds of products. An another reason therefore is being determined by evaluating the existing needs. If I did not start this profession with saying “I will make the best pot in the world”, it would be really hard to get to this point where I stay on now. In addition, the events and exhibitions which we attend on international scale are also important. For example, we are involved in a major organization of World Championship(WC) which is an important event for coffee producers. There are 26 countries in this competitions and Turkey won for the first time in 2012 using our coffee pots. After that, our products began to get much more demand from the customers.       

5. How about your production capacity? Which countries do you export these aesthetical and useful products to?

Monthly, our production capacity is about 1 ton. 35% of our export goes to America, 10% of it goes to East European countries, Russia, Ukraine, the states of former Yugoslavia, Australia and New Zealand. And the rest of our export goes to the Far East. Middle East countries are also among our major customers. Nevertheless, I should say that I am not happy with this result yet. Because my most important goal is to be able to perform our exports to 190 countries all over the world.

6. As a successful businessman, what is your advice to young businessmen?

Hopefully, we could manufacture our own models as a country. I recommend young businessmen to avoid imitation goods. To get success, we should design and produce our own models. So we must create good brands. They need to consider about it. Additionally, we must develop our models which could compete with those of other countries. Our products must be of very high quality and also be produced in series. We also plan to move in a fabric next months for this purpose.

And special thanks to MADEINTURKEY MAGAZINE for visiting us for this interview.

-Thank you too…

MUNCHIES Presents: The Real 'Pot Dealer' of Istanbul

Get ready to spend the day with the busiest pot dealer in Istanbul: Emir Ali Enç, the owner of Soy—the only Turkish company making handmade copper and silver cookware.

As the owner of Soy—the only Turkish company making copper and silver pots and pans completely by hand—Emir Ali Enç is responsible for everything from sourcing raw materials and meeting with international distributors to getting his hands dirty in the workshop when production needs to speed up.

With a waiting list of two months and clients including oligarchs, Middle Eastern royals, and Michelin-starred chefs, Soy's operation has never been better. Get ready to spend the day with the busiest pot dealer in Istanbul.

https://www.youtube.com/watch?v=HClWBImQh-o